0

1876 yılını son günleri. Osmanlı İmparatorluğunu kökünden sarsacak derecede şiddetli bir fırtınanın arifesindeyiz. İlk kara bulut memleketin uzak bir köşesinde, Hersek vilayetimize tabi Nüvesin kasabasında görülmüş ve o zamandan beri hudutlarımız ötesindeki uğursuz eller tarafından beslene beslene nihayet iki yıl kadar sonra bütün memleketin temiz semalarını kaplayacak kadar genişlemişti. Bosna ve Hersek asilerine doğrudan doğruya askeri kuvvetleriyle yardım etmek cür’etini göstermiş olan Sırbistan ve Karadağ prensliklerini tepelemekte, Osmanlı hükümeti, o kadar büyük güçlük çekmemiş olmakla beraber, kendisine tabi bu prensliklerin dışardan medet dilemeleri üzerine, başlarında Çarlık Rusyası olduğu halde Avrupa Büyük Devletleri, Osmanlı Devletinin iç işlerine karışmaktan geri kalmamışlar ve bu suretle 20 yıl önce imzalamış oldukları Paris muahedesinin hükümlerini çiğnemiş oluyorlardı. Osmanlı hükümeti, parlak askeri başarılarına dayanarak meseleyi kendi isteğine uygun bir tarzda halletmek şöyle dursun. Tamamiyle aksine olarak Bosna, Hersek ve bulgaristan’a imtiyazlar vermek perdesi altında bu memleketleri elden çıkarmak, devletin şeref, haysiyet ve istiklalinden fedakarlık yapmak talebi karışısında bırakılıyordu.

Sırf Osmanlı Devletinin dahili bir işi olması lazım gelen bu mesele, dallana budaklana umumi bir Avrupa meselesi halini almış ve Osmanlı hükümetinin kendi görüşünde ayak diremesi üzerine, uzun düşünmeler ve müzakerelerden sonra İstanbul’da toplanacak Büyük Devletlerin hususi murahasaları ve buradaki sefirlerinden müteşekkil bir konferansta işi halletmeğe karar verilmişti. İçlerinde Lord Salisbury gibi kuvvetli şahsiyetler de bulunan bu murahhaslar, 1876 yılının son ayında İstanbul’a gelmişler, kendi aralarında görüşmeler yaptıktan sonra Osmanlı hükümetine müşterek talepler halinde verecekleri programı saptamışlardı. Bu isteklerin çok ağır ve müstakil bir devlet için kabil edilemeyecek mahiyette olacağı belli idi.

Tam bu nazik anda, zamanın tecrübeden geçmiş en kuvvetli idarecisi ve devlet adamı olarak tanınan Mithat Paşa, hükümetin başına geçiriliyordu. Midhat paşa, uzun yıllardan beri çok kere çürük malzeme ve vasıtalarla tamir edilmek deneyleriyle eskimiş, adeta çürümüş bir gemiyi bu müthiş fırtınadan selametle geçirmek gibi tarihin kaydettiği en ağır vazifelerden biri karşısında bulunuyordu. İlk başvurduğu çare, çoktan beri lüzumuna kani bulunduğu bir işi gerçekleştirmek, yani memlekette ve devlet şeklinde kökten ıslahat yapmak ve böylece işi esasından kavramakla Avrupalıların görünüşte istedikleri şeyleri kendiliğinden ve bütün memlekete şamil olmak üzere yaparak hiç olmazsa, Batı’nın büyük demokrat milletlerini kazanmağa çalışmak olmuştur.

Gerçekten konferansız ilk toplantısını yaptığı 22 Aralık günü, celse açılırken murahhasların hayretle ve adeta şaşkınlıkla karşıladıkları top sesleri, memlekette meşrutiyet ve kanun-i esasiyi ilan ediyordu. Hiç de tesadüfün bir eseri olmayan ve çok büyük bir maharetle tertip edilmiş olan bu müessir sahne; yüzyıllardan beri süre gelmiş olan mutlaki idareye son veriyor, yerine ise meşruti bir idare, bir demokrasi kuruyordu. Konferanstaki Osmanlı murahhası Saffet Paşa’nın, vaziyeti izah ederek artık konferansa lüzum kalmadığını, çünkü konferansın istediği mahdut ıslahatın bu suretle bütün memlekete teşmil edilmiş olduğunu söylemesine rağmen, Rus murahhası General İgnatiyef arkadaşları adına kalkarak konferansın bununla lüzumsuzluğu bahis mevzuu olamayacağını ve tespit edilmiş olan program gereğince devam olunacağını anlatınca, Osmanlı Hükümeti kendi görüşünde ısrar etmekten başka çare bulamıyor ve konferansın teklif ettiği şeyler arasında garanti mahiyetinde üç noktayı, yani Bosna, Hersek ve Bulgaristan’da yapılacak ıslahatı kontrol etmek üzere beynelmilel bir komisyonun teşkili, buralarda asayişi muhafaza etmek için ecnebilerden müteşekkil bir jandarma kuvveti ihdası ve bu üç vilayete hıristiyan valiler, bunların da büyük devletlerin muvaffakayitle tayini noktalarını, devletin şerefi, haysiyeti ve istiklaliyle telif kabul etmediğinden reddetmeğe ve sonuna kadar sebat etmeğe karar veriyor.

İşte bu sıkışık durum içindedir ki Midhat paşa, padişahın ve hükümetin tasvibiyle, Paris ve Londra’ya hususi bir memuriyetle gizlice şahsi bir mümessil göndermeğe karar veriyor. İngiliz Başvekili Disraeli ile İngiliz Hariciye nazırı Lord Derby ve Fransız devlet adamı Duc Decazes’a sadrazamın birer mektubunu götüren bu şahsi mümessil, görünüşte, Paris sve Londra’daki Osmanlı dayinleriyle görüşerek mali meseleleri halledecek, fakat gerçekte resmi makamlar ve nfuzlu şahsiyetlerle görüşerek bunlara Osmanlı hükümetinin siyasetini, konferansın yaptığı teklifleri reddedişinin sebeplerini anlatacak, bunluarı haklı göstererek onları ikna etmeğe çalışacaktı. O zaman Nafıa Nezareti müsteşarı bulanan Odian efendiye verilen bu mühim vazifeye, esas itibariyle, iki fikirden ilham alınarak lüzum görülmüştü:

1. İngiliz ve Fransız hükümetlerine siyasetimizin karakterini ve zaruretlerini anlatmak,

2. Çok mahrem bir teşebbüsle bilhassa bu tehlikeli anda Osmanlı hükümetinin 1854’deki müttefiklerine karşı çok samimi hisler beslediğini ve bunlara güvendiğini izah etmek. İşte bu teşebbüse mahrem ve bir nevi ekstra diplomatik bir mahiyet verilmesinin sebebi budur. Aynı zamanda Odian efendi, Midhat paşanın şahsi mümessili sıfatıyle, İngiliz ve Fransız devlet adamlarından gayri resmi ve tamamiyle hususi olarak tavsiyeler isteyecekti. Tabii Paris ve Londra’daki sefirlerimiz de kendisine her yardımı yapacaklardı.

Bu kadar önemli bir ödev için Midhat paşanın neden dolayı gayrimüslim bir Osmanlı tebası olan Odian efendiyi seçmiş olduğu suali sorulabilir. O zamanın zihniyetiyle bu, olağan üstü bir şey değildir. Çünkü kendisinin Nafıa Müsteşarlığı gibi devletin sayılı makamlarından birini işgal etmekte olduğu bir tarafa bırakılsın, umumiyetle, o vakit Osmanlı elçileri gayrimüslim Türk tebası idiler. Mesela, o anda, Londra’da Musurus paşa, Viyana’da Aleko paşa Atina’da Fotyades bey, Vaşington’da Aristarki bey Osmanlı devletini temsil etmekte idiler. Osmanlılık zihniyetine tamamen uygun olan bu keyfiyet karşısında Odian efendinin intihabında hususi bir maksat aramak yerinde olmaz zannediyorum.

Odian efendi, aldığı talimat gereğince, evvela, Paris’e gidiyor ve burada bir müddet gayri resmi şahsiyetlerle, bilhassa Fransa’nın o zaman belli başlı devlet adamlarından ihtiyar Thiers ve Jule simon ile görüştükten sonra Paris sefirimizin de tavsiyesiyle asıl vazifesine Paris’te değil, Londar’da başlamağı muvafık görüyor. Çünkü Paris’ten ziyade Londra’da faaliyet sarfetmesi lazım geldiği kanaatinde olduğu gibi Paris’te işe başlarsa mahrem memuriyetinin ifşa edileceğinden korkuyor. Bu suretle Odian efendi 3 ocak 1877 tarihinde Londra’ya varıyor ve derhal faaliyete geçiyor.

Fevkalade mümessil, Midhat paşa ile daima temas halindedir. Yaptığı işleri, elde ettiği neticeleri muntazaman sadrazama bildiriyor ve sadrazamdan icabında yeni talimat alıyor. Bu muhabereyi ihtiva eden telgraflar elimizde olmakla beraber, burada, hadisenin bütün safhalarını ayrı ayrı takip etmeyip sadece en önemli gördüğümüz noktalara temas edecek ve topunu kısa bir şekilde vermekle iktifa edeceğiz.

Odian efendi gerek Paris’te ve gerekse Londra’da efkar-ı umumiyeyi aleyhimizde buluyor; efkar-ı umumiye metnini tanımadığı halde konferansın tekliflerini reddedişimizi haksız görüyordu. Bu demokrat memleketlerde efkar-ı umumiyenin tekmil devlet siyasetinde büyük bir rolü olması dolayısıyla mukabil faaliyete geçmek, konferansın şeref kırıcı ve makul düşünenleri isyan ettirici tekliflerini neşretmek lazım geldiğini sadrazama bildiriyor. Midhat paşa ise bu tekliflerin sadece neşriyle kalmayıp, aynı zamanda, bunların haksızlığını, mantıksızlığını ispat ve cerhedecek yazıların da matbuata verilmesi gerektiği kanaatindedir. Böylece Odian efendi, gerek Londra’da ve gerekse Paris’te lazım gelen matbuat adamlarını elde ederek efkar-ı umumiyeye gayret ediyor. Gerçekten de çok geçmeden efkar-ı umumiyenin hissedilir derecede lehimize döndüğünü, bilhassa liberal zihniyetli gazetelerin Türk politikasını övmeye başladıklarını yine Odian Efendinin raporlarından öğreniyoruz.

Odian Efendi, Londra’da İngiliz Hariciye nazırı Lord Derby ile bir mülakat yapıyor. Nazır, 20 seneden beri Türkiye’nin vadetmiş olduğu ıslahatı yapmadığından şikayetle konferansın bu hususta bazı garantiler istemekte haklı olduğunu iler sürünce, Midhat paşa’nın mümessili: Galip bir millet mağlup bir millete yüklettiği şartları yerine getirmek için ne gibi bir garanti verir. Tarihin kaydettiği en haksız hücuma uğrıyarak galip gelmiş olan bizlerden neden garanti isteniyor? İmtiyazları için prensliklerin ne gibi bir garantisi vardır? Devletlerin kendi tebalarına karşı ne gibi bir garantisi vardır? Gibi mahirane suallerle muhatabını susturmağa muvaffak oluyor.

Gerçekten, o aralık, Osmanlı hükümeti konferansın ilk tekliflerini reddetmiş ve mukabil tekliflerde bulunmuştu. Konferans eski teklifinde bazı tadiller yapmakla beraber, garantiler meselesinde ısrar ediyordu. Midhat paşa ise bu hususta resmi hiçbir taahhüde girilemeyeceği, fakat meşrutiyeti sadakatla tatbik edeceğine dair garanti verebileceği fikrinde sonuna kadar ayak diremeğe karar vermiş ve bu hareketini şahsi mümessiline hemen bildirmişti.

Odian efendi, 8 ocak 1877 tarihinde de Disraeli ile görüşüyor. Tıpkı Lord Derby’e karşı kullandığı dille konferansın tekliflerindeki devletin izzetinefsini kıran ve siyaset bakımından tehlikeli olan noktaları izah ediyor. Hıristiyan valilerin tayinin meselesinde Midhat paşa gibi herkesin takdir ve hayranlığını kazanmış olan bir vali yetiştiren müsliman unsuru Bulgaristan gibi bir vilayetin yüksek idaresinden hariç tutmanın ne kadar gayri tabii ve yersiz bir şey olduğunu ve garantilerin Osmanlı devletince kabul edilmesine imkan olmadığını bütün delilleriyle anlatıyor.

Osmanlı devletinin muhafazasını ve kuvvetinin artmasını en ziyade isteyen Avrupa devlet adamı kendisi olduğunu söylemekle söze başlayan Disraeli, İngiltere’de efkar-ı umumiyenin fevkalade kuvvetinden, Rusya’nın harbe karar vermiş bulunmasından ve bir kere harbe başladı mı galip gelmeksizin bitirmeyeceğinden diğer tarafsız devletlerin Osmanlı ülkelerini parçalamağa kalkışacaklarından bahsederek, Türkiye’nin ve sadrazamın bir dostu sıfatiyle, bu müşkül vaziyetin içinden çıkmak için tadilli tekliflerin kabul edilmesinin Türkiye için şerefli bir oyl olacağını ve bunu tavsiye ettiğini, bu suretle sulhu kurtaracak olan Türkiye’nin hem kendi başına hem de İngiltere’ye bir hizmette bulunmuş olacağını, Türkiye’nin kendi hayatiyetini, kuvvetini ve liberal zihniyetini ispat ettiğini ve bu suretle konferans tekliflerinin hafifleştirilmesine amil olduğunu, bu taktirde İngiliz yardımının müemmen olduğunu, liberal bir hükümdar ile enerjik ve büyük bir devlet adamı olan sadrazamın idareleri altında Türkiye’nin çok gelişeceğini, İngiliz milletinin sempatisini ve eski dostluğunu tekrar kazanacağını anlattı.

Odian efendi cevap olarak Türkiye’nin her şeyden fazla ve daima eski müttefiki İngiliz milletinin sempatisine ehemmiyet verdiğini, haklarımızı ve istiklalimizi bütün dünyaya karşı müdafaa eden Disraeli’nin tavsiyelerine herkesinkinden daha büyük bir kıymet verdiğini söyleyerek konferans tekliflerinde yapılan tadilatın, Osmanlı hükümetine kabul imkanını verecek mahiyette olmasını temenni ettiğini, fakat Babiali’nin şeref, hak ve haysiyeti ile telif-i kabil olmayacak olan hiçbir fedakarlıkta bulunmayacağını, bunu yapmaktansa bütün milletin harp yapmayı, hem de yalnız kalsa bile gene de harp yapmayı tercih edeceğini, çünkü istiklali için harp etmeyen bir milletin şerefli bir ad taşımağa layık olamayacağını söyledi ve dostlarımızın güç durumdan kurtulabilmeleri için şöyle bir kombinezon teklif etti: Konferansın son celsesinde Babıali, meşrutiyeti tatbik edeceğine dair garanti versin. Bu en iyi ıslahat için en iyi bir garanti olacaktır. Eğer Rusya buna razı olmayacak olursa, İngiltere ve diğer dostlarımız bununla tatmin edilmiş olduklarını beyan etsinler. İngiliz efkar-ı umumiyesi bu hal suretini tasvip edecek, hiç kimse Türkiye’yi haksız ve Rusya’nın aşırı isteklerini haklı bulmayacaktır.

Bu ve buna benzer görüşmelerde İngiliz devlet adamları Odian Efendiye ve Osmanlı hükümetine hak vermekten kendilerini alamıyorlar, fakat efkar-ı umumiye ve diğer devletlerin ısrarları karşısında fazla ileri gidemiyorlardı.

Böyle siyasi konuşmalar olurken, aynı zamanda, Odian Efendinin Osmanlı dayinleri mumessilleriyle de görüşmekte olduğunu ve gerçekten efkar-ı umumiyeyi sırf bu iç için gelmiş olduğuna inandırdığını görüyoruz. Bunların neticesinde dostlarımızı kaybetmemek için vadedilen borçların dayinlere ödenmesi lazım geldiği kanaatına varıyor. Şüphesiz Midhat paşa da bunun çok faydalı olacağını idrak ediyor, fakat şimdilik buna imkan olmadığından müteessirdir.

Londra’dan sonra Paris’e dönen Odian Efendi, burada Fransız Hariciye Nazırı Duc Decazes ile görüşüyor. Sadrazamın mektubunu okuduktan ve mümessilin izahatını dinledikten sonra Nazır, konferansın tadil edilmiş son teklifleri üzerine Osmanlı hükümetinin endişelerini artık varit görmüyor. Nazır, her ne bahasına olursa olsun, sulhü muhafaza etmek taraftarıdır. Rusya’nın kat’i olarak harp yapmağa karar vermiş olduğuna göre, Osmanlı hükümetinin son fedakarlığı da yaparak sulhü kurtarmasını tavsiye ediyor. Mülakatın neticesinde Odian Efendi, Fransız nazırını, İngiliz nazırlarından daha az bizim lehimizde buluyor.

Odian Efendi birkaç defa Thiers’le de görüşüyor. Gerek daha evvel görüştüğü Jule Simon ve gerekse ihtiyar ve vakkur Thiers, sadrazamın ve Osmanlı siyasetinin hayranıdırlar. Ancak Thiers, konferansta büyük bir muavaffakiyet kazanmış sayılan Babıali’nin son ve hafifletilmiş teklifleri kabul etmesini tavsiye ediyor.

Paris’te büyük bir Türk dostu olarak sayılan Thiers’le son mülakat, 22 ocak’ta yapıldığı zaman, İstanbul konferansı dağılmış bulunuyordu. Gerçekten Türkiye görüşünde sonuna kadar ısrar etmiş, istiklal ve şerefiyle mütenasip olmayan hiçbir fedakarlıkta bulunmamıştı. Bununla beraber Thiers, hala sulhün muhafaza edileceğine kanidir. Ancak Osmanlı hükümetinin her dakikada ıslahatçı icraatla Avrupa’nın istediklerini, angajmana girmeksizin kendiliğinden yapması lazımdır. Thiers, Sırbistan ve Karadağ’la doğrudan doğruya sulha yapılmasını da Osmanlı hükümetine tavsiye ediyor.

Konferans dağılmıştı; fakat Paris matbuatı Osmanlı hükümetinin göstereceği iyi niyet sayesinde sulhün kurtarılabileceğini hala ümit ediyordu. Gerçekten gerek, Londra ve gerekse Paris’te matbuat, dilini değiştirmiş, birkaç hafta evvelkine nispeten çok lehimize dönmüştü ki, bunda Odian Efendinin sarfetmiş olduğu gayretlerin büyük bir hissesi vardır.

Konferansın bitmesiyle Odian Efendinin esas vazifesi bitmiş olmuyor. Sadrazamın emriyle onun tekrar Londra’ya gittiğini, burada müfrit Türk düşmanı Gladiston ile görüşmek tecrübesinde bulunduğunu görüyoruz. Lord Derby ile yine görüşüyor. Burada diplomasi muhitinde mevcut olan umumi kanaatı sadrazama bildirdi. Buna göre, şu üç şart yerine getirilebilirse sulh kurtulmuş olacaktı:

1. Osmanlı hükümetinin muvaffakiyetinden ve Rusya’nın muvaffakiyetsizliğinden hiç bahsetmemek;

2. İki Prenslik ile doğrudan doğruya ve hemen sulh yapmak:

3. Meşruti ıslahatın tatbiki. Her günün terakkiye doğru bir adımla kendini belirtmesi lazımdır. Avrupa’nın memnunluğunu mucip olacak bir şey de Bulgaristan’a hemen bir Hıristiyan vali tayin etmektir. Odian efendi bu son fikri, idari bakımdan doğru olmayacağını ileri sürerek, cerhetmek istiyorsa da, siyasi menfaatlerin idari menfaatlere galip gelmesi lazım geldiği hususunda ısrar ediliyor. Beş şubat tarihli telgrafın sonunda sadrazama Odian efendi şöyle yazıyor:

“Altese, notre salut et notre grandeur future dependent de notre conduite d’aujourd’hui. Que tous ceux qui ont un peu de patriotisme y reflechissent”.

Ertesi günü, 6 şubat 1877 tarihinde de vazifesinin sona erdiğini, İstanbul’a dönmesi lazımgeldiğini bildiren telgrafı alıyor.

Görüyoruz ki Midhat Paşa, şahsi bir mümessil göndermek suretyil de, sulhü kurtarmak için elinden gelen hiçbir gayreti esirgememiştir. Fakat sulhün kurtuluşu, Osmanlı Delvtinin şeref ve istiklali pahasına olmamalıydı. Kendine has bir samimiyetle, hatta denebilir ki safiyetle, meşrutiyetin ve kanun-i esasinin ilanı ve icaplarının hemen tatbikine geçilmesiyle devleti kurtarabileceğine bütün varlığı ile inanıyor. Odian efendiye gönderdiği yazıların her birinde bunu satırlar arasında okumak kabildir. Odian efendinin bu misyonu, Midhat Paşa’yı sırf Avrupalıları aldatmak ve devleti bu badireden kurtarmak için meşrutiyeti ilan etmiş olmakla, fakat haddızatında bunda samimi olmamakla itham edenlere karşı, aksini isbat eden en büyük bir delildir. Odian efedninin gönderilmesi büsbütün neticesiz kalmıştır denemez; Çünkü, yukarda da söylediğimiz gibi, konferansın dağılmasından sonra bile her yerde sulhü muhafaza etmenin hala imkan içinde olduğu, hatta Rusya’nın ricat edecek gibi göründüğü anlaşılıyordu. Fakat bu, birtakım şartlara bağlı idi: hiç vakit kaybetmeksizin meşrutiyetin icaplarını tatbik etmek ve her yönde iyi niyeti bilfiil göstermek. Ancak bu şartlar yerine getirilemediği içindir ki, memleket Doksanüç Harbi gibi büyük bir felakete sürükleniyordu. Başlangıçta liberal görünen ve bu sayede gerek memleket içinde ve gerekse dışında herkesin sempatisini kazanan Padişah İkinci Abdülhamit, bunun aksini yapmıştır. Bundan sonraki vaziyetin gelişmesi ve Midhat Paşa sadrazamlığının trajik akibeti bilinmektedir.

Kaynak:

Dr. Bekir Sıtkı Baykal, III. Türk Tarih Kongresi, 1943, Midhat Paşa’nın gizli bir siyasi teşebbüsü:, Sayfa: 471

Türkçe Tarih

Eski Türk tipi hakkında

Önceki yazı

Afgan Kabilelerinin Türklük İle Alakaları

Sonraki yazı

Bu yazılar da ilginizi çekebilir

Yorumlar

Bir yorum yaz

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Daha fazla yazı Osmanlı Tarihi